KAMUSAL ALANDA SANAT VE TASARIM ÇALIŞTAYI
“Heykellerimi kalıba dökerek ya da yontarak yapmıyorum. Aksine heykelin kendisini mekanın yontulması olarak görüyorum.”
Carl Andre
20.yüzyıl başlarında sanatın ve tasarımın öznesine, anlamına, malzemesine ve sergilendiği mekana ilişkin tüm kabuller sorunsallaştırılır: Sanatın ve tasarımın sadece kim tarafından ve nasıl yapılması gerektiği değil, aynı zamanda ne ile ve nerede yapılması gerektiği de sorgulanır hale gelir. Brian O ‘Doherty’nin tanımıyla “20. Yüzyıl sanatının kendine has kabuğu olan beyaz küp”ün içinde sergilenen sanat yapıtlarının niteliği kadar beyaz küpün kendisi de artık bu sorgulamanın nesnesidir.
Marcel Duchamp’ın 1938 tarihli 1200 Kömür Çuvalı ve 1942 tarihli Bir Mil İplik adlı çalışmalarından başlayarak beyaz küpün sınırları birer geçide dönüştürülür; tuval-mekanın sınırları aşılır ve gerçek mekanla ilişkiye girmenin yolları aranır. Galeri mekanının kendisi en az duvarında asılı duran resim çerçevesi kadar (hatta ondan daha çok) önemli hale gelir. Yves Klein’in 1958 tarihinde Boşluk adlı işinde boş bir galeri mekanını sergilemesi ya da 1960’da Arman’ın Klein’ın diyalektik karşıtlığı olarak sunduğu Dolu adlı sergisinde bir galeri mekanını ağzına kadar çöple doldurması ‘beyaz küpün’ kendisinin sanatın nesnesine dönüştüğü sürecin diğer önemli aşamalarıdır.
Duchamp’ın, Klein’ın ya da Arman’ın işleri üzerinden dile getirilen bu eleştiriler yüzyılın ikinci yarısında daha da radikalleşir. Yüzyılın ikinci yarısında sanat pratiği sanatın “beyaz küpün tamamen dışına çıkışı” ve “izleyicinin” keşfiyle tanımlanır. 1950’lerden itibaren asamblaj, düzenleme, oluşum, performans, enstalasyon gibi yeni ifade biçimleri bir taraftan resim ve heykel gibi geleneksel kategorilerin sınırlarını zorlarken, diğer taraftan da mekan ve izleyiciyle daha yakın, daha “içli dışlı” ve daha karşılıklı bir ilişkiye dayalı bir anlayış getirir. Artık sanatçı yapıtını beyaz küpün steril/uzaklaştırıcı dünyasından yaşamın gerçekliğine, gerçek mekanlara ve bu mekanlardaki yakın ilişkilere yöneltmektedir. İzleyici ise sadece bir göz olmaktan, bakmaktan başka hiçbir şey yapmayan konumundan çıkarak bir “katılımcıya” dönüşür.
Günümüz sanatı kendini beyaz küp ile kamusal alan, sanatın özerkliği ile toplumsallığı, izleyici ile katılımcı, ayrılma ile etkileşim arasındaki kutuplaşmada var eder. Bu kutuplaşma içinde kamusal alan terimi tüm yaşamların özgür ve güvenli bir şekilde buluşabildiği ve tüm kalabalıklığına rağmen herkesin kendiliğini, kendi mahremiyetini yaşadığı bir yer olarak görülebilir. Bu masum tanımın dışında, kamusal alan aynı zamanda bir savaş alanı, sosyal, ekonomik ve siyasi çıkarların çatıştığı bir mekandır. Dolayısıyla kamusal mekan, içerisinde birbirleriyle kesişen, bazen çatışan birçok farklı katmandan oluşan ve asla basit bir mekan tanımına indirgenemeyecek nitelikte karmaşık bir mekan özelliği taşır. Bu sebepten kamusal alana sadece açık, serbest ve özgür bir mekan demek yeterli değildir: Bu mekan içerisinde kanunların, düzenlerin, alışkanlıkların, tehditlerin ve şiddetin oluşturduğu değişken olgular her seferinde bu açık/boş/serbest mekanı yeniden kurarlar.
Bu noktada kamusal mekanın kamusallığının bir kurmaca olduğu söylenebilir. Öyleyse kamusal mekanın gerçekli- ğini nasıl tanımlayabiliriz? Kamusal mekanın süregelen anlamını nasıl aşındırabiliriz? Onu süre giden ezberinden nasıl kurtarabiliriz? Daha önemlisi, herkesin kendi sesini de duyabildiği bir mekana nasıl dönüştürebiliriz? Yukarıda belirtilen kavramsal pozisyondan hareketle, “Kamusal Alanda Sanat ve Tasarım” adlı çalıştay öncelikle sanatın ve tasarımın izleyicisinin/kullanıcısının kim olduğunu sorgulamayı, sanatın sergilendiği alanları müze, galeri gibi mekanlardan kent mekanlarına doğru genişletmeyi, özel alan ve kamusal mekan arasındaki kaygan sınırı araş- tırmayı, sanatı gündelik hayat pratiklerinin içinde yeniden düşünmeyi, ve en önemlisi sanatı sadece bir iletişim aracı olarak değil aynı zamanda bir direniş aracı olarak konumlandırmayı amaçlamaktadır.
KAMUSAL ALANDA SANAT VE TASARIM ÇALIŞTAYI KİTAPÇIĞI İÇİN TIKLAYINIZ.